15 Şubat 2014 Cumartesi

Türkiye'li Sabetaycılar


Unutulmuş Bir Etnik Cemaat

Tarihte yaşanmış bazı öyle olaylar vardır ki etkileri sadece yaşandıkları dönemle sınırlı kalmamış çok uzunca bir süre devam ederek pek çok başka olaya da kaynaklık etmiştir. Sabetaycılık veya bilimsel literatürde genel olarak kullanılan şekliyle "Dönmelik" hareketi de bunlardan biridir.

Fakat bu hareket ne yazık ki o kadar fazla etkili olmuştur ki, yaşandığı dönem sonrasından günümüze kadar süren etkileri modern Türkiye'nin tarihinde belirleyici olmuştur. Belki de sırf bu sebeple araştırılmaması konusunda daima baskılar olmuş, kapatılması ve konuşulmaması için özel bir çaba sarf edilmiştir. Konuyu araştıran kişiler daima engellenmiş, Türkiye tarihini araştıran şöhret sahibi bilim adamları dahi savundukları bilimsel araştırma ilkelerinin dışına çıkarak konuyu görmezden gelmişlerdir.

Bu yazı Türkiye'nin bu çok önemli hareketini ve bu harekete bağlı olarak doğan ve hala devam eden cemaatlerin tarihini konu edinmiştir.

Yahudi dinsel sistemi iki ana düşünce üzerinde gelişmiştir.

İlki "Torah-Talmud" ekolü, ikincisi ise "Torah-Kabbala" ekolüdür.

Musa'ya (Moşe) Sina'da indiğine inanılan ve Türkçe'de Tevrat olarak bilinen kutsal metinlerin aslında Musa'ya verilen kısmı beş tanedir ve buna "Torah" denmektedir.

Fakat daha sonra gelen peygamberlerin yorumlamalarına dayalı olan diğer kitaplar da vardır ki, bunlar "Neviim" ve "Ketuvim" olarak tanınırlar ve Torah ile beraber bunlara "Tanah" (Tevrat=Ahd-i Atik) denilmektedir.

Bu kutsal metinlerin yorumlanmaları ve günlük hayata geçirilmeleri konusu daima bazı tartışmalara yolaçmıştır.

İşte bu dönemde "Talmud" ortaya çıkar. Talmud hahamların Tevrat yorumlarıdır ve ortodoks Yahudiliğin temelini teşkil eden bir kaynaktır.

Oysa daha sonraları İspanya Diasporası'nda (altın çağ) ortaya çıkan bir diğer anonim kaynak daha vardır ki bu da "Kabbala"dır. Kabbala tamamen mistik Yahudiliğin bir kaynağıdır ve kaynakları konusunda hala tartışmalar vardır, dini pratiklerdeki yeri konusu da çok açık değildir.

Yahudiler genel olarak Kabbala'nın gizemli ve çekici dünyasından etkilenmişlerse de genelde korkuyla yaklaştıkları da bir gerçektir.

Bugünkü İsrail dinî otoritelerinin de Kabbalizme karşı çok sempati taşıdıkları söylenemez.

Talmud'un ve Kabbala'nın Torah'a karşı bakışları çok farklı olmuştur. Talmudist yaklaşım Torah'ı bir yasaklamalar bütünü olarak ele alıp, Tanrının insanları cezalandıran kurallar koyan bir güç olduğundan hareket etmektedir. Talmudistler Tanah'a dayanarak çıkardıkları "Mitzvotlar" (uyulması gerekli kurallar) yoluyla insan hayatını sınırlandırmaktadırlar.

Onlara göre insan bu dünyaya bir sınav vermek için gelmiştir ve tamamen Tanrının gücü karşısında olduğunu bilerek hareket etmelidir.

Bu görüş ve sıkı kurallar altında beş bin yıl boyunca ezilen Yahudi bireyi gettosunda tamamen dış dünyaya kapalı ve gizlilik içinde yaşamaya başlamıştır.

Oysa Kabbala Talmud'dan bu yönüyle ayrılmaktadır. Kabbala Tanrıyı bir enerji olarak algılar ve insanın yaptığı eylemlerin negatif veya pozitif enerjinin bir parçası olduğuna inanır. Kabbalist, Tanrıyı ceza veren ve kurallar koyan biri olarak değil, aksine insanı özgür bırakan fakat kötülüklere karşı ona "tavsiyelerde" bulunan bir koruyucu olarak algılamaktadır.

İnsanın Tanrıya yakarışları (dua) Talmudçulukta olduğu gibi bir ödev değil, aksine insanı rahatlatan bir eylem olarak benimsenir. Tanrıdan korkan insan O'nu nasıl sever sorusunu "arkadaşını kendin gibi sev" felsefesiyle özdeş kılan Kabbalistler Tanrıya ulaşmaya, "Adam Kadmon" (üstün insan) olmaya gayret etmektedirler. Talmud'un sınırcı ve kuralcı yaklaşımına karşı Kabbala tamamen serbest bırakmaktadır bireyi.

İşte bin yıllar boyunca ortodokslar ile Kabbalistler arasındaki temel sorun burada yatmıştır. Fakat Yahudiliğin kendine özgü dekoru içinde bu iki zıt düşünce çatışmamaya gayret etmiş, birbirini dışlamamaya çalışmış, Talmudistler Kabbalistleri daima ihtiyatla fakat reddetmeden izlemişlerdir.

Ancak çoğu kez yorumlarında da Kabbala'daki kelime-sayı bağlantılarını kullanmaktan da kaçınmamışlardır. Bu iki düşüncenin belki de en temel ortak noktalarından biri mesih inancı olmuştur. Talmudistler direkt olarak Torah'ta olmamasına karşın, ayetlere verilen birtakım anlamlar ile Kabbala kaynaklı olan mesihî düşünceyi kabul etmişlerdir.

Kabbala ise kurtuluşu tamamaen mesih üzerine odaklamıştır.

Luria'nın teorileri ile mesihçilik adeta bir öngörü haline gelmiştir. O kadar ki, sayısal hesaplamalar ve yöntemler hep mesihin geliş tarihi üzerine yoğunlaşmıştır.

Daniel ve İşaya'daki ayetler gizemli bir yöntemle sorgulanmış ve kurtuluş tarihi belirginleştirmeye çalışılmıştır. Fakat bu çabalar ortodoksların katı kurallarına karşı illegal olarak yapılagelmiştir. Kabbala her zaman gizlidir, gerek sözlü olan kısım ve gerekse "Zohar"a ve "Sefer Yetzirah"a dayalı olan bölümler her zaman gizli bir atmosferde incelenmiştir. Kabbalist, Tanrısal gücü keşfetmek için dinsel kurallara uymak gerekliliğine inanmakta ve eğer bunları yapmadan Kabbala yaparsa felâketler yaşanacağına inanmaktadır.

Bu o kadar büyük bir gizdir ki halâ binlerce yıllık metinler sadece sözlü olarak Zfat'ta veya Galil'de (İsrail) tarikat üyeleri arasında dış dünyaya kapalı olarak tartışılmaktadır.

Talmud ve Kabbala'nın rekabeti XVI. yüz yıl sonrasında doruğa çıkar. Zfat'a Polonya'dan gelen Rav İzak Luria Aşkenazi bu kentte kurduğu Kabalistik eğitim veren kolejiyle bir akımın başlatıcısı olur. "Zfat Aslanları" olarak kendilerini tanıtan bu grup mesihî kurtuluş doktrinini temel alarak dini bir takım sonuçlara ulaşırlar.

"Tzimzum" (büzülme), "Tikun" (tamirat, kurtuluş) kavramları burada önem kazanmaktadır.

Luria yaratılışı bir kırılma teorisi ile özetlemektedir ve tamirat ancak mesihin gelişiyle olacaktır demektedir. Bu bekleyiş tüm Yahudi cemaatlerinde hızla yayılır, birbiri ardınca gelen katliamlar ve baskılar mesihî dönemin adeta habercisi olarak kabul edilir. Luria'nın ölümü sonrasında da bu ümit devam etmektedir, 1600'lü yıllara gelindiğinde ise had safhaya ulaşır.

Sabetay Sevi


Sabetay Sevi (Zwi=Sebi) 1622 yılında o dönemin en önemli Yahudi cemaatlerinden birinin yaşadığı İzmir'de doğar.

Küçük yaşlardan itibaren dinî bir atmosferde büyür ve ailesinin isteklerinin tersine dinî bir eğitim alır. Bu dinî eğitim onu zamanla Kabbala'nın içine doğru iter. Kendi ruhî yapısının da elverişli olmasından dolayı genç yaşta mistik bir hayat tarzını benimsemiştir. Sevi'nin Zohar ile tanışması ve ardından da Luria'nın fikirlerini öğrenmesine paralel olarak gelişen düşünceleri başlarda pek fazla dikkate alınmaz. O İsrail ulusunun dünyanın her tarafında yaşadığı sıkıntılı ve acılarla dolu yaşantısını kendisine mal etmektedir. Ona göre mesihî kurtuluşun gerçekleşmesine az bir zaman vardır.

Genç Sabetay mesih olduğu iddiasıyla sinagoglarda vaazlar vermeye başlar. Tamamen Zohar'a dayanan bazı yorumlar yapar, geleneksel olan dinî kuralları hiçe sayarak yeni düzenlemeler getirir, doğal olarak Yahudi cemaati onu dışlar. Yalnız özellikle Orta Avrupa'da meydana gelen Yahudi kıyımlarının yarattığı gerginlik ve korku da halkın mesih beklentisini kuvvetlendirmektedir.

Sabetay Sevi'nin hayatındaki dönüm noktası Gazze'li teolog Nathan Levi ile tanışması sonrasında olacaktır.

Nathan, Sabetay Sevi'nin beklenen mesih olduğuna inanmaktadır ve Sevi'yi de buna inandırmıştır. Nathan, tüm Yahudi cemaatlerine mektuplar yazarak mesihin geldiğini ve mesihî dönemin başladığını belirtmektedir. Bu dönemde tüm kurallar ortadan kaldırılacaktır ve mesih, yeni tanrısal kurallar koyacaktır.

Bunun ortodoks Yahudilerce kabul edilemez olduğu muhakkaktı ve kısa sürede cemaatler ikiye ayrıldı; Sevi'yi mesih kabul eden bazı cemaatler olmuşsa da genel olarak İzmir ve İstanbul cemaatleri ona karşıydılar.

Fakat Sevi'nin hareketi beklenmedik bir hızla yayılmaya başladı, o kadar ki Amsterdam'dan Hamburg'a, Lugano'dan Kudüs'e Yahudiler gruplar halinde Osmanlı topraklarına gelmeye başladılar.

Bu durum karşısında otoritelerini kaybetme korkusu içine giren Yahudi liderleri Sevi'yi öldürmeyi de başaramayınca, çareyi onu saraya ihbar etmekte buldular.

O zamana kadar saraydan herhangi bir hareket gelmemesine karşılık bir anda kalabalıkların akını karşısında idareciler önlem almak durumunda kaldılar.

Sevi tutuklanarak hapsedildi.

Ancak bu müritlerini korkutacağına daha da güçlendirdi, hücresi bir kralınki gibiydi ve ziyaretçilerle dolup taşıyordu. Bu sıralarda siyasi ortam Osmanlı ülkesinde de karışıktı.

Mehdi olduğu iddiasıyla ortaya çıkan bazı kişiler vardı ve Sevi'nin hareketi onlara göre Deccal'in işaretiydi, çünkü İslâm inancında Mehdi'nin gelişinden evvel Deccal'in geleceği rivayet olunmaktadır.

Bu sıralarda, Sevi'nin çağdaşı olan Niyazi Mısri isminde bir şairi de dönemin önemli aktörlerinden biri olarak görmekteyiz.

Mısri, Mehdi olduğu iddiasıyla ortaya çıkmıştı ve daha sonraları kaderi de tıpkı Sevi'ninki gibi olacaktı.

Bazı kaynaklar bu iki din adamının İstanbul'da bir araya geldiğini yazmaktadırlar.

16 Eylül 1666'da Sevi divana çıkartılarak ölümü ve yaşamı arasında bir tercih yapmaya zorlanacaktır; ya Müslüman olacaktır, ya da öldürülecektir.

Sevi, İslâm dinini seçer.

Sevi'nin din değiştirerek Müslüman olması konusu oldukça tartışmalara açık bir meseledir.

Tarihçiler bunu korkuya bağlı olarak algılamışlar ve Sevi'nin hareketinin düşünsel yapısını görmezden gelerek bunu basit bir sahte Mesihlik hareketi olarak yorumlamışlardır.

Sabetaycı kaynaklar bu konuda olabildiğince sessiz kalmışlardır, bunun nedeni Sevi'nin emirlerine dayanmaktadır.

Sabetaycılığın daha sonra değinilecek dinî yapısında da görüleceği gibi inancın temelleri daima gizliliğe dayanmaktadır. Yalnız Zohar'da varolan bir inanca göre "mesih kendi cemaati tarafından kabul edilmeyeceği için bir başka dine geçecektir" ibaresi Sabetaycı tefsirlerinde anlatılmaktadır.

İsa da yine aynı şekilde Yahudiler tarafından mesihliği kabul edilmeyerek ölüme mahkum ettirilmişti.

Fakat Hıristiyan inancı onun öldüğünü kabul etmemiştir. Sevi, bizzat Nathan'ın yazdığı bir mektuba göre Yahudi cemaatinin yok edilmesini önlemek için bir din değişikliği yapmıştır. Fakat bu asla kalben yapılmamıştır ve daha sonraları Sevi'nin kayboluşundan evvel yaklaşmakta olan "Kipur" bayramı için Yugoslavya Yahudi Cemaatinden bir dua kitabı istemiş olması da bunun en önemli kanıtıdır.

Ben daha evvelki makalelerimde de Sabetay Sevi'nin hayatı konusunda ayrıntılı bilgiler verdiğimden burada konuyu daha kısa tutmak istiyorum. Ancak meraklıları için Gershom Scholem'in "The Mystical Messiah:Sabbatai Şevi" isimli devasa çalışması bu konudaki başyapıttır.

Sonuçta Sevi kendisine verilen bir paye ile devlet hizmetine alınır (kapıcıbaşı). Fakat zamanla Sevi'nin bu dini gerçekte benimsemediği anlaşılacaktır ve kendisi Arnavutluk'a sürgün edilecektir.

Onun Arnavutluk'a gitmesi sonrasında dinî prensiplerine inanan bir topluluk ortaya çıkmıştır.

Bu topluluk onunla beraber değil onun kayboluşu sonrasında İslâm dinine toplu olarak geçmişlerdir ve Sabetay Sevi'nin mesih olduğuna inanan ve Kabbalizmin ışığında yepyeni bir Yahudi düşüncesini benimseyen Sabetaycılar tarih sahnesine çıkmışlardır. Sevi'nin Arnavutluk'ta bir mağarada kaybolduğu inancı vardır. Bu sebeple her sabah Sabetaycıların deniz kıyılarına giderek mesihi beklemeleri buna dayanmaktadır.

Sevi'nin öldüğüne inanmayan müritleri onun tekrar geleceğini kabul etmektedirler.

Sevi'den sonra Yakov Qerido (kayınbiraderidir) cemaat yönetimine geçer. Fakat zamanla cemaat arasında bazı dinî konularda tartışmalar yaşanacaktır.

Cemaat önce Yakov Qerido'nun Sevi'nin halifesi olduğunu benimseyen"Yakubîler"

daha sonra da Sevi'ye bağlı kalanların oluşturduğu "Kapancılar"
ve
Baruhya Ruso isimli bir hahamın Sevi'nin halifesi olduğuna inanan"Karakaşlar"

olarak üç gruba ayrılır.

Bu gruplar zamanla kendi içlerinde yeni bir takım Kabbalistik yorumlar getirmişlerdir ve her birinin dinî inançları arasında farklılıklar olmuştur.

Fakat Sevi'ye en bağlı olan grup Kapancılar olmuştur.

Bu cemaatler 1924 yılına kadar Selânik'te birbiriyle ilişki kurmadan yaşamışlardır. Fakat özellikle XIX. yüz yıl sonrasında toplumsal hayata girmeye başlamışlardır.

Sabetaycıların dinî inançlarını tahlil ederken göz önüne alınması gereken nokta her cemaatin farklı özellikler taşımasıdır.

Genel olarak bu cemaatlere bakıldığında bunlar içte Yahudi, dışta tamamen Müslüman bir kimlik içinde olmuşlardır. Benzet-benzeme prensibini esas alan Sabetaycılar Selânik'te kendilerine ait dinî mekânlarda dua ederlerdi ve bunlar dışarıdan fark edilemeyecek kadar gizli evlerdi.

"Khal" veya "Ortaevi" denilen bu dinî merkezlerde "Hoca" (Kapancı),"Ogan" (Karakaş), "Peytan" (Yakubî) gibi sıfatlarla adlandırılan din adamları görev yapmaktaydılar.

Bu din adamları cemaatin kendi okullarında eğitim görmekteydiler.

Kapancılar XX. yüz yılın ortalarına kadar süren aktif dinî yaşamlarında, Khal denilen dinî merkezleri kullandılar.

Hoca veya "Sakallı" denilen din adamları belirli zamanlarda yapılan merasimleri yönetirdi. Dualar tamamen Yahudilerinki ile aynı olmakla beraber Sabetay Sevi için okunan şiirler mevcuttu ve bunların yanısıra "Mezmurlar" (Tehilim) denilen Tanah bölümü hergün okunmaktaydı.

Cemaat bir organizasyon olarak birbirine bağlıydı, zenginlerden fakirlere doğru işleyen bir yardım mekanizması vardı. Zengin kişiler fakir olanlara yardım ederlerdi.

Bu yardımlaşma o kadar ileri gitmişti ki Selânik'ten Türkiye'ye gelinirken her Sabetaycının gemi ücretini o dönemin en zengin kişilerinden olan tütüncü Kâzım Emin Efendi ödemişti. Kapancılar, dinî geleneklerinde Yahudiliğe en bağlı olan gruptu.

Karakaşlar, Sabetay Sevi'nin halifesi olarak kabul ettikleri Osman Baba'ya (ya da dede) inanırlardı.

Baruhya Ruso isimli bu kişi zamanının önemli Kabbalistlerinden biri olarak kabul edilmekteydi. Onun soyundan gelen kişilerde bir kudsiyet olduğuna inanılmaktadır. Bugün halâ dinî yapılarını muhafaza eden Karakaşlar, Sabetay Sevi'nin prensiplerinden giderek uzaklaşmışlardır.

Daha ziyade İspanyolca duaların ağırlıklı olduğu dinî sistemlerinde Osman Baba'ya kudsiyet yükleyen ifadeler mevcuttur. Bu grubun kendine ait din adamlarına "Ogan" denilmekle beraber "Hoca" lâkabı da kullanılmaktadır.

Cemaat üyeleri arasında bir yardımlaşma genelde vardır. Din adamları bugün halâ mevcudiyetini koruyan "Yeşivalar"da eğitim almaktadırlar. Hoca olabilmek için kişinin anne ve babasının Karakaşlardan olması ve evli olunması koşulu vardır. Genel inanç, mesihin tekrar kendi gruplarından çıkacak biri olacağıdır.

Yakubîler ilk olarak ana cemaatten ayrılan gruptur ve bunlar genellikle İslâm inancına en yakın grup olmuştur. Özellikle dışa en fazla açılan grup olarak ailelerde önemli ölçüde Avrupa'lılarla evlenmeler olmuştur.

Yakov Qerido'yu mesih olarak bekleyen Yakubîlerde dinî yapı bozulmuş olmakla beraber özellikle İzmir'de çok önemli bir toplulukları olduğunu bilmekteyiz.

Türk siyasi hayatındaki çok önemli kişiler bu cemaat kökenliydi. XIX. Yüx yılın sonundan itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşanan kargaşalık Sabetaycıları da yakından etkilemiştir.

O döneme kadar tamamen gizli olarak sürdürdükleri dinî yaşantılarına paralel olarak asla entegre olmadıkları devlet sistemine karşı bu tarihten itibaren bir yakınlaşma hissetmeye başlamışlardır.

Bunun en önemli nedeni belki de Sabetaycıların da milliyetçilik fikirlerinden etkilenmelerinde aranmalıdır. O yıllarda herkesin kendi kaderini tayin etme zorunluluğunun ortaya çıktığını fark eden cemaatler, ellerinde bulundurdukları servetleri sayesinde politik roller üstlenmeye başlamışlardır.

Özellikle Selânik'in merkezden uzak ve kozmopolit yapısı içinde İttihat ve TerakkiMasonluk ve Osmanlı tarikatlerinde etkili oldukları söylenebilir.

O kadar ki bu kurumların içindeki önemli noktalarda Sabetaycıları görmekteyiz.

1924'de Türkiye'ye yaptıkları zorunlu göç sonrasında Sabetaycıların ilk anlarda büyük bir boşluk yaşadıkları farkedilebilir.

O dönemdeki siyasi baskılar sebebiyle giderek dini yapılarda çözülmeler başlamıştır. Artan dış evlilikler yoluyla Kapancılar ve Yakubiler genel olarak asimile olma sürecine girmişlerdir.

Siyasi hayatta etkinlik kazanan bazı kişilerin Sabetaycı kökenleri konusunun Türk basınında tartışma konusu yapılmasına paralel olarak Sabetaycılık giderek artan bir şekilde hedef alınmaya başlanmıştır.

Savaş sonrasının yarattığı milliyetçi ortamda Sabetaycılar "dönme" lâkabıyla aşağılanmışlar, bu kökenden gelen kişilere karşı hakarete varan ifadeler kullanılmıştır.

Giderek Almanya'daki nasyonel sosyalizme paralel gelişen şovenizm Dönme-Mason-Yahudi üçgeni saplantısına kapılarak olayların arkasında bu sebepleri aramıştır. Selânik'teki serbest ve birleşik yaşam sonrasında yaşanılan dağılma cemaatleri derinden sarsmıştır. Baskı ve korkular dinî ritüellerin yapılmasını azaltmış, cemaat üyeleri genel olarak kimliklerini gizleme yolunu seçmiştir.

Bu sıralarda aslını sormadan "Kendini Türk kabul eden herkes Türk’tür" felsefesine dayalı Kemalist milliyetçilik anlayışı Sabetaycıların sıkı sıkıya sarıldıkları bir ideoloji haline gelmiştir.

Kaybettikleri menevî ortamı da Masonluğun ritüelleriyle ikame yoluna gitmişler böylelikle Türkiye halkının üstüne Modern-Atatürkçü-Batıcı bir anlayışla egemen olmuşlardır.

Bugün halâ Atatürkçü Düşünce Dernekleri üyeleri arasında Sabetaycı kökenli kişilerin olması bunun bir kanıtıdır.

Sabetaycı kimlik konusu ise oldukça muallakta kalmıştır. Yaptığım incelemeler genel olarak Sabetaycıların özellikle ilk iki kuşağında kimliğin tamamen gizlenmesi ve Selânik'li olduğunu söylememe şeklinde görülmektedir.

Ancak üçüncü kuşağın kökenini öğrendiğinde, ailesi ve kendisiyle bir mücadeleye girdiği görülüyor.

Bazı genç Sabetaycılar kendilerini Yahudi olarak görmekte, bazıları bu konunun kapanması gerektiğine inanmakta, bazıları ise Sabetaycı inançlarından bir kimlik oluşturmaktadırlar.

Bu konuda hehangi bir kesin yargıya şu an için ulaşılamadığı açıktır.

Fakat Sabetaycı gençlerin bazı kurumsal hareketleri olduğu da bilinmektedir. Kuşkusuz zamanla Sabetaycılığın daha fazla araştırılması ile en azından insanların Sabetaycı kökenlerinden utanmamayı öğrenebileceklerini tahmin etmek herhalde çok yanlış olmayacaktır.

Başta Türkiye Yahudi Cemaati olmak üzere hiçbir Yahudi cemaati ve İsrail Sefarad ve Aşkenaz hahambaşılıkları Sabetaycılığı Yahudi dininin ve kültürünün bir parçası olarak görmemektedirler.

Sabetaycıların 1917, 1991 ve 1996 da Yahudi dinine geçiş istekleri reddedilmiştir.!

Özellikle son iki çaba İsrail'de politik olarak algılanmıştır.

Bugünün Türkiye'sinde özellikle devlet ve siyasi hayatta topluma yön veren önemli kişilerin Sabetaycı kökenli olmaları ve bunların Kemalist bir düşünceyi benimsemeleri toplumun bazı kesimlerinden tepkilere neden olmaktadır.

Bu durumda alınacak bir dinİ kararın Türkiye Yahudi Cemaati içinde bir tehlike yaratılacağına inanılmaktadır.

Fakat 1996'da İsrail "Giyur" (din değiştirme) hahambaşılığının verdiği bir karar dikkat çekicidir.

Buna göre Diaspora'da yaşayan bir cemaatin Yahudiliği meselesinin İsrail'de önemli olmadığı belirtilmektedir.

Halbuki "Falaşalar" (Etiyopyalı Yahudiler) de ülkelerinde yaşadıkları dönemde Yahudilikleri meselesi tartışılmıştı.

Görülüyor ki, bu konudaki kararlar tamamen politik olmaktadır.

Ayrıca Türkiye Hahambaşılığı da iki güncel olay sırasında (Halil Bezmen'in A.B.D. deki demeçleri ve İsrail gazetelerinde Sabetaycılıkla ilgili yayımlanan yazılar sonrasında) konuyla ilgili sorular yöneten basın mensuplarınaSabetaycıların Yahudilikle ilgisi olmadığını ısrarla belirtmişlerdir.

Fakat Sabetaycılar kültür olarak Sefarad kültürünün bir parçasıdırlar. Gelenekler ve kültürü oluşturan diğer unsurlar (yemekler, müzik, yaşam biçimi gibi) açısından Sefarad Yahudileri ile aynı kültür evrenini paylaşmaktadırlar.

Bu sebepledir ki, gündelik hayatta bu cemaatle ilişkileri olduğu bilinmektedir.

Dolayısıyla bu dışlanma sunî olarak ortada bulunmaktadır. Zaten giderek Sabetaycı-Yahudi evliliklerinde de son dönemlerde bir artış olduğu gözlenmektedir.

Üstelik özellikle A.B.D. ve Batı Avrupa'da Sabetaycıların Yahudi topluluklarına karıştıkları da bilinmektedir.

Sabetaycılar bugün genel olarak dinsel aktivitelerini kaybetmişlerse de, halen her üç topluluk içinde de varolan ve geleneksel yapıyı muhafaza eden aileler olduğu da bir gerçektir.

Özellikle, Karakaşların cemaatçi yapıyı korudukları bilinmektedir.

Sabetaycı kökenli ailelerden gelen kişilerin bugünkü Türkiye'de ekonomik ve toplumsal yönden önemli roller üslenmiş oldukları gözardı edilemez.

Her ne kadar bu kişilerin genelde Sabetaycılığa yaklaşımları kendilerini gizleme ve konuyu unutturma şeklinde olmaktaysa da, unutulmamalıdır ki bu kişileri sahip oldukları sosyal statüye ulaştıran etkenlerin başında Batılı bir eğitim anlayışında gelişen ve Sabetaycı kültürün özelliklerine dayalı olan aile yapılarının geleneksel Müslüman-Türk aile yapısından farklı olması gelmektedir.

Nitekim gerek toplumda milli gelirden aldıkları pay açısından, gerek Türkiye'nin genel eğitim seviyesinin üst sınırında yer almalarından dolayı Sabetaycılar kolaylıkla gündelik yaşamda bir takım avantajlar elde etmişlerdir.

Kimliklerini gizlemelerinin de en önemli nedeni sahip oldukları ekonomik üstünlükleri kaybetme korkusuna dayanmaktadır.

Özellikle varlık vergisi sırasında devletin cemaat mensuplarına karşı takındığı olumsuz tavır ve ayrımcılık böyle bir endişenin nedeni olarak algılanabilir.

Benim yapmış olduğum araştırmalarda, ailelerin ellerinde halen çok önemli ilk el kaynaklar olduğu ortaya çıkmıştır.

Ancak anlamadıkları bir lisanda (İbranice ve Ladino) yazılmış olan bu aile yadigârları maalesef bu korkular nedeniyle gün yüzüne çıkartılmamaktadır.

Bu arada yine bana gelen bilgiler doğrultusunda, sanıldığının aksine Sabetaycıların sadece büyük kentlerde yaşamadıkları 1924 mübadelesi sonrasında Bergama, Uşak, Dikili, Soma gibi Ege'deki önemli merkezlere de yerleştiklerini tespit ettim.

Bu merkezlerin özellikle günümüz de Türkiye ekonomisinde taşıdıkları değer düşünülürse araştırmaların ne kadar yetersiz kaldığı ortaya çıkmaktadır.

Sonuçta bugün bütün karşı çıkışlara ve reddetmelere rağmen bir Sabetaycı cemaatin varolduğu açıktır.

Bu cemaat üyelerinin üç farklı bakış açısını bir kez daha belirlemek gerekiyor.

Genel olarak ilk iki kuşak Sabetaycılığın unutularak tarihe mal olması arzusundadır.

Üçüncü kuşakta da bu fikri destekleyenler olduğu gibi kendini Sabetaycı inancın içinde gören ve geleneksel yapıyı muhafaza etmek isteyenlerin yanı sıra tamamen Yahudi olduğuna inananlar da mevcuttur.

Dolayısıyla Türkiye'de yaşayan bu gizli ve önemli cemaatin tarihinin bir an evvel antropologlar, sosyologlar ve özellikle de tarihçiler tarafından ele alınması gerektiğine inanıyorum.                                         
Ilgaz Zorlu'dan....

Hiç yorum yok:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder