15 Şubat 2014 Cumartesi

KENDİ KUYRUĞUNU ISIRAN YILAN



KENDİ KUYRUĞUNU ISIRAN YILAN

Hakimiyet ihtirası:

Tek ikametgahı olan dünyayı defaten ve toptan yok etmeye kararlı görünen insan, kendini yok etme yolunda hızla ve büyük bir kararlılıkla ilerlemektedir.

Ortaçağda Alşimi (Simya) ile başlayan maddeye egemen olma merakı ile kurşun, cıva ve kükürdü birleştirerek altını üretemedi ama, bir nesil öncesinde Baltimor açıklarındaki Filedelfiya Deneyinde yüksek elektromanyetik rezonansta “görünmez” olmayı ve Los Alamos’ta atomu parçalayıp “nükleer bomba” haline getirmeyi başardı!


Günümüzün meraklı yaratığı post-modern insan ise çok daha büyük, hatta tanrısal işlerin peşinde. İdris’in Zümrüt Levhasını ele geçirmeyi başarmasına karşın içeriğini çözebilmeyi henüz başaramamış olan insan, madde üzerinde ‘tam hakimiyet’ istiyor. Sırlarını asla anlayamayacak olsa da, yönetebileceğine emin…

4 Ana Sırrı saklayan 4 Ana Element olan Toprak, Su, Hava, Ateş ise büyük bir bilgelikle içrek bilgilerini insan nesline açmamakta kararlı.

Mutlak Bilincin bu “ulu element”leri o kadar kararlılar ki, ne özel amaçlı mekiklerin uçmasına izin veriyorlar, ne de Cern hızlandırıcısındaki ilahi Atlas Denemelerine.

Ne tanrısal parçacığın bulunmasını amaçlayan Hadron Çarpıştırılmalarına, ne de Alaska üzerinden yapılan Haarp (High Frequency Active Auroral Research Program) “iyonosferin ısıtılması” denemelerine.

Sürekli olarak sahiplerine geri dönen büyük zararlar vermekteler…. Bu beklenmedik ve hesap edilemeyen gelişmeler eğer kolektif bir bilincin planlı sabotajları değil ise, mega zeki bir kozmik şakacının işleri olsa gerek….. 

Sonuçsal deneyimler:

Anormal yağışlar, Sel felaketleri, Engellenemez kuraklıklar, Aralıksız depremler, Öldürülemez bakteriler ve virüsler, Eriyerek kopan devasa buzullar, Dev hortumlar, Kimyasal katkılı ve GDO’ lu gıdalar, Artan anormal ısı değişimleri, Aşırı sıcaklar, Aşırı soğuklar, Önlenemeyen büyük doğal yangınlar, Görülmemiş kasırgalar, Bilinmeyen hastalıklar, Artan sağlık problemleri, Yok olan doğal varlıklar, Hızla ve tamamen yok olan canlı türleri, Büyüyen çölleşme, Asit yağmurları, Atmosferde büyüyen ozon delikleri, Artan radyasyon kirliliği, Kirlenen su kaynakları, Mutant gıdalar ve hayvanlar, Metamorfozlar, Kirlenen hava/atmosfer, Elektro-manyetik kirlilik, Nükleer atıklar, Yok olan yağmur ormanları… Vb…

İşte Ademoğlunun zaruri deneyimsel serüveninden bir iki kesit. Elbetteki saymakla bitmez. Tüm bunlar işin maddi boyutları. Ama insanı insan yapan zihinsel boyutu ile psikolojik ve sosyolojik boyutunu da mercek altına almaya kalkarsanız, durum algılanabilir felaketlerin çok daha ötesindedir.

Eşref-i mahluk, tüm bu yaşananlardan ders çıkarmak ve kısmen de olsa akıllanarak frene basmak yerine gaz pedalına giderek daha çok yüklenmekte. 

Algıda zaaf:


Algılayabilmek
Ya da
Algılayamamak,
İşte bütün mesele burada!

Binlerce yıl önce karnını doyurmayı ve sırtını ısıtmayı öğrenen insan çoğalmayı da garantiledikten sonra, anne ve babasından gelen kabulleri dini olarak, yaşadığı coğrafyadaki otoriteyi de dünya görüşü olarak benimseyegelmişti.

Ne var ki, bu mutluluğu uzun sürmeyecek, toprak ve su kaynakları için birbirlerini topluca öldürmeye başlayacaklardı. Bu öldürmeler önlenemez hırslara devinip egemenlik kavramına dönüştürülerek savaş konuları çoğaltılacak ve en kan dökücüsü keşfedilecekti. Tanrı adına yapılan savaşlar…

Artık insanlar gibi insanların tanrıları da ayrılmaktaydı birbirlerinden. Belki de, yeryüzü savaşları göksel savaşların dünya küresindeki yansımalarıydı sadece…

Elbetteki bu duruma tanrıların savaşları demeye cesaret edemiyordu insanoğlu, ama diğer taraftan ölmeye de öldürmeye de kesin kararlı görünüyordu. Şiddet, karakterinin en temel parçası, hatta canla ve kanla doyurulması gereken en önemli organıydı artık. Aç bırakılırsa kendisini kemirmeye başlıyordu içten içe, karnı doymuş, sırtı ısınmış ve üremiş insanoğlunun.

Artık savaş yapılması gereken asıl ‘Şey’ sadece bir ‘Kavram’ dan ibaretti.

Ne su başı, ne de doğal mağaralar gibi nesnel değildi savaş sebepleri. Buradaki en derin sıkıntı, bu Şey’ in ne olduğuna ve olacağına, ‘ölümlü tanrılar’ın mı, yoksa ‘ölümsüz insanlar’ın mı karar vermesi çıkmazıydı.

Tüm bu belirsizlik ortamlarını, Hıristiyanlık Papalık ile, Musevilik Hahamlık ile, Müslümanlık ise Halifelik ile çözebilmişti günümüze kadar. Milyonlarca dini savaşçının canları pahasına uzlaşmalar sağlanabilse de ara sıra.

Yaratıcı zekanın başyapıtlarından olan İnançsal Ritüeller, zaman içinde sosyal ve psikolojik disiplinlere dönüştürülmüş ve bu sayede mutlak hakimiyete yakın bir otorite sağlamıştı tahtın sahiplerine ve varislerine..

Merkezi bir fetva nötron bombasından çok daha çabuk ve toptan susturabiliyordu insan kitlelerini….

Ama her şeye rağmen ters giden bir şeyler vardı hala ve eksik olan.. Bir şey veya şeyler işte. Değer erozyonuna uğramaması için bilinmez, tarif edilemez, ulaşılamaz hatta söylenemez bir şey olmalıydı mutlaka… Ve öylece de gömülmeliydi kendi tabu alanına, bir daha hiçbir zaman çıkmamacasına…

Rüya içinde rüya:

Günümüzde, gelinen noktayı bir rüya aleminden ve ön yargılarından sıyrılarak görebilme umudu giderek azalmaktadır. İnsan ve nesli için en akla gelmeyecek, dahi ki karanlıkların prensi ve bilgilerin efendisi şeytanın bile düşünemeyeceği savaş alanları oluşmuştur.

Bu savaşların bazılarına kısaca bir göz atalım:

Genetik savaşlar, Biyolojik savaşlar, Kimyasal savaşlar, Nükleer savaşlar, Elektro-manyetik savaşlar, Psikolojik savaşlar, Sosyolojik savaşlar, Kültürel savaşlar, Dini savaşlar, Irki savaşlar, Ekonomik savaşlar, Doktrinsel savaşlar, Siyasal savaşlar, Vaatsel savaşlar, Ahitsel savaşlar, Bilim savaşları, Teknoloji savaşları, Spor savaşları, Enerji savaşları, Su savaşları, Verimli toprak savaşları, Yerleşim savaşları, Kutsal mekan savaşları, Casusluk savaşları, Göç savaşları, Tüketim savaşları, Terör savaşları, Cemiyet / Mahvil savaşları, Vs…..

Daha yüzlercesi, dahi ki binlerce savaş türleri…
Artık her şey bir savaş konusu.

Nedeni ise çok basit.
Artan talepler ve çoğalmayan, sabit duran, hatta azalan (azaltılan) kaynaklar…

Dünyasal yaşanabilir alanlar genişlemez iken insanoğlu hızla çoğalmakta. Üstelik Nefilim’ler kadar aç ve Ofanim’ler kadar dengesiz….

Gücü elinde tutan insan toplulukları biz daha çok yiyelim derdinde iken, güçsüz insan toplulukları bir bardak temiz suya ve bir dilim ekmeğe muhtaç. Her Şey’i çözebilen üstün insan bu durum karşısında fevkalade duyarsız ve kayıtsız. Melkisedek ise kayıplarda.

Kendi halkını, hatta ırkını üzerinden beslendiği güçlü bir sistem kurmuş. Adı ‘medeniyet’ olan bu sistem, yerin yerlerini ve göğün göklerini bitirerek uzayın derinliklerinde dolaşıyor şimdilerde. Etik’ten uzak bir postürde hedefsiz ve ilkesiz bir dizi uğraşlar içinde. Hızır bile çaresiz…

Amacı ne insan neslini kurtarmak, ne de dünyayı. Eğer böyle olsaydı: Koca bir dünyayı evinin wc’sine çevirmezdi. İnsanları da; sayıları geometrik oranda artan çaresiz, hastalıklı ve aç mahluklara.

Son vaaz!

Eriştirilmiş Hermetik Ustalarının 3 defa muktedirlendirilmiş emsalsiz savaşçıları bile topluca çaresizleşirken, olanca haşmetiyle ortaya çıkan büyük kaos imparatorluğu yeni kralını aramaktadır köşe bucak… Yeni bir Kral… Soyu Baal… Adı Deccal …. Daha şimdiden sızamadığı bilgi, giremediği delik kalmamış zaten.


Aslında en büyük sırrın ta kendisi olan Hakikat, kendisini algılayabilecek ve kavrayabilecek tek yaşam formu ve öz evladı olan İnsan’a küsmüş gibi durmaktadır. Kadiri Mutlak, zaten ulaşılamaz mesafesinde olan Gerçekliğini iyice uzaklaştırarak Öz’ündan sapma temayülündeki ve ısrarındaki insandan yavaş yavaş kopmaktadır.

Bir ihtimal mahşerin en derin 3’lüsü olan Mehdi, Mesih veya Maşiyah son ziyaretini yapacaktır büyük sürgün toprağı olan dünyaya.

Secdedeki meleklerin ahdi gayretleri ile neslin devamını sürdürebilen insan, anlaşılamaz bir sihirle şeytana doğru yanaşmakta, büyük vals’te o’nun partneri olma hevesini ebedi helak riskine rağmen korumaktadır.

Havva’dan günümüze değişen tek şey mekanlar ve dekorları olmuştur. İnsan aynı insan, adem aynı ademdir.

Sınırlının, sınırlandırılmış serüveni, Sınırsızın sınırlarına bile ulaşamadan telef olup gidecektir.

Ürettiği müthiş teknolojinin hurdalıkları arasında yok olmaya mahkum edişmiş ölüm mahkumu insanoğlu için, içine dönüp kendisini keşfedebilmesi ve tanıyabilmesi için hala yeterli vakit vardır.

Aklını henüz kiraya vermemiş, o’na, bu’na tutsak etmemiş ve irade kullanabilen yetki sahibi her insan, pozisyonu dili ve kabulü ne olursa olsun tüm kararlarını yenibaştan gözden geçirmek zorundadır. Özellikle de, dünyanın sinir merkezlerinde ahkam makamında oturan (Decision Makers) yöneticiler.

Aksi takdirde Stefan Hawking’in Kara Delik Sınırı olarak betimlediği “Olay Ufku” gravitasyon (cazibe-çekim) alanından geri dönüş mümkün olmayacaktır ve Tanrılarına rağmen kendisinin yamyamı olacaktır yüce İnsan nesli.

Aynı kendi kuyruğunu ısıran yılan gibi…… !



Hiç yorum yok:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder